Ey Ahali, Duyduk Duymadık Demeyin!

/ / Manifesto Akademi

1299 yılında Orhan Gazi’nin Osmanlı Devleti’ni kurması ile dünya için yeni ve uzun bir dönemin başladığını o zaman kimse tahmin edemezdi. Osmanlı Devleti, günün koşullarında sağladığı teknolojik imkanlar, yerleşim avantajları, askeri gücü, başarılı bir şekilde sürdüğü siyaseti ile bir çağı değiştirmiş, üç kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluk haline gelmişti. Bünyesine kattığı milletlere sağladığı adalet, huzur ve imkanlar ile bir süper gücü temsil ediyordu.

Peki, altı asır boyunca kudretini tüm ihtişamıyla dünyaya gösteren Osmanlı, siyasal gelişmeleri, komşu ülkelerle yaptığı anlaşmaları ve insanların bilmesini istediği diğer haberleri nasıl duyuruyordu?

Yazılı bir şekilde (ferman, kanunname, nizamname, vb.) merkezlere “Menzil” sistemi ile paylaşılan gelişmeler yönetime ve vilayetlere ulak, koşucu, çağar ve Tatar isimleri verilen özel olarak yetiştirilmiş o zamanın iletişimcileri diyebileceğimiz kişiler tarafından aktarılıyordu.

Koşucular, haberci atlılar iletişimin taşıyıcı aracı olarak kullanılır, Padişahın fermanları günler süren yolculuklardan sonra yerine ulaştırılırdı. Tellallar vasıtasıyla “duyduk duymadık demeyin” ile başlayan cümleler ahaliye okunur, günden güne yayılır ve herkes tarafından bilinmesi sağlanırdı.

Günümüzde ise internet ile birlikte insanoğlunun birbiri ile iletişime geçmesi çok daha kolaylaştı. Bir iletişimci olarak yaşadığımız zamanda gerek kendi düşüncelerimizi gerekse temsil ettiğimiz markaların güncel duyurularını anında kamuoyu ile paylaşıyoruz. Oysa Osmanlı döneminde iletişimden sorumlu olmak ne kadar da zordu. Düşünsenize padişahın fermanını veya devletle ilgili herhangi bir haberi ilgili kişilere veya şehirlere ulaştırmak için ailenizden günlerce hatta haftalarca ayrı kalmanız gerekebilirdi. Fermanın veya haberin etkilerini – yani bugünkü iletişim dilinde ‘yansımalarını’ – takip etmeniz ise yine haftaları, ayları bulabilirdi. Şimdi ise Facebook, İnstagram, Twitter gibi birçok farklı sosyal medya kanalından istediğimiz kişilerle anında iletişim kurabiliyor ve düşüncülerimizi yüzleri hatta binleri kapsayan bir kitle ile paylaşabiliyoruz. Geçmişle şimdiyi kıyasladığımızda iletişim konusunda ne denli inanılmaz bir değişim yaşandığını görebiliyoruz.

Osmanlı’da Sosyal Medya

O dönemlerde internetin olduğunu düşünebiliyor musunuz? Mesela Timur, Yıldırım Bayezid’i esir almış, tweet atıyor. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet yeniçeriler ile çektiği selfie’yi İnstagram’da paylaşıyor. Ya da Barbaros Hayrettin Paşa’nın Foursquare’de en son Rodos’ta olduğu görülüyor. Kanuni Sultan Süleyman’ı Facebook’tan milyonlarca insan takip ediyor; kendisi aynı zamanda bir Twitter fenomeni olduğundan her yazdığı ‘trend topic’ oluyor. Paylaşımlarını milyonlarca insan ‘like’ ediyor; etmeyenlerin bir kısmının zindana atıldığı, bir kısmının ise kellesinin alındığı söyleniyor. Şimdilerde iş ağı olarak bilinen Linkedln’in favorileri acaba o tarihlerde hangi meslekler olurdu? Tellal, ulak, cariye, çıracı, yeniçeri, şifacı, çömlekçi, harem ağası, hallakçı, zergudan, şimşirgeran, kaş-igeran herhalde en gözde meslekler arasında yerini alırdı.

Şimdi kitaplarda okuduğumuz, belgesellerde izlediğimiz tarihi olayları izleme veya görme fırsatımız olsaydı sanırım hiçbirimiz böyle bir anı kaçırmak istemezdik.

Eski zamanlarda ne kadar zor koşullarda iletişim sağlanıyormuş diye hepimiz düşünmüşüzdür. Bazı fütüristler, doğal afetler, iç savaşlar, iklim değişikliği gibi nedenlerle eski çağlara dönüş yaşayacağımızı ve insan ırkının binlerce yıl geri gideceğini ifade ediyor. Kim bilir belki 100 sene sonra her şeyi anında ulaştırmamızda en büyük yardımcımız olan internetin kullanılmadığı bir dünyada yaşayacağız. İletişim konusunda modern dünyanın bize sunduğu imkanları sonuna kadar kullandığımız böyle bir dönemden, sadece haber güvercinlerinin ve ulakların kaldığı bir döneme geri dönmek bilgiye ulaşmakta kolaycılığa alışmış bizler için oldukça zor olurdu.