Can Dostum Robin Williams

/ / Manifesto Akademi

Oynadığı filmlerle, filmlerdeki eşsiz karakterlerle, milyonlara iyi gelen birinin kendisine iyi gelmeyerek, her şeye ve herkese rağmen yaşam yerine ölümü seçmesi haberi duyan pek çoğumuz gibi benim için de sarsıcı, üzücü ve düşündürücü oldu.

En iyi film listemin başını çeken Ölü Ozanlar Derneği (Dead Poets Society) ve  Can Dostum’un (Good Will Hunting) yanı sıra Günaydın Vietnam (Good Morning  Vietnam), Kuş Kafesi (Bird Cage), Patch Adams,  Aşkın Gücü (What Dreams May Come) gibi neredeyse tüm filmlerinde canlandırdığı karakterlerle hayatla başa çıkmanın, kendini gerçeklemenin, kendin olmayı becerebilmenin büyüsünü seyirciye geçiren, ilham veren, umut aşılayan Robin Williams’ın  kendi eşsiz hayatını gerçekleştirmek yerine kendi elleriyle hayatını sonlandırmayı seçmesi illüzyonlar dünyasında gerçeklik aramanın kaçınılmaz sonu mudur?

Kendi sözlük tanımlarımızın, içinde yaşadığımız toplumun, genel sistemin, parçası olduğumuz düzlemin tanımlamaları ile örtüşmediğini gördüğümüzde, anlam ararken anlamsızlaştığımızı  fark ettiğimiz için mi tahammül edebilme gücünü yitiriyoruz?

Robin Williams’ı bu dünyadan ötekine götüren neden belki de rol aldığı filmlerin yaşadığı gerçek hayattan daha gerçek, daha sahici olduğunun idraki altında ezildiğini hissetmesidir.

Yabancılaşma, anlam kaybı, bıkkınlık, biraz gerçeklik arayan birinin bütünüyle renkli, boyalı, cilalı bir yapaylıkla yetinemeyişi…

Hayat hikayesine, yaşam deneyimine, sahip olduklarına bakarak zekasından ve gönlünün büyüklüğünden şüphe etmeyeceğimiz Robin Williams’ın kamuoyunu şaşırtan  “intiharı”,  sahip olduğu tüm varlığa rağmen yokluk ve yoksunluk içinde hisseden birinin içine girdiği çıkmaz olarak mı değerlendirilecek? Yoksa aynı çatı altında yaşadığı, “en yakın arkadaşını kaybettiği” beyanatını veren, çok uzak ama fazla yakın mesafedeki eşinin kamuoyuna açıkladığı Williams’ın maddi açıdan çıkmazda oluşu, Parkinson hastalığı, ilaç ya da madde bağımlılığı gibi nedenlere mi inanacağız?

Robin Williams filmlerinde oynadığı karakterlerdeki gibi yaşamı gerçekten sevgi ve aşk perspektifinden görseydi, aşk ile özgürleşip özgürlükte kendini bularak, hem kendi hem öteki olmayı keşfedebilseydi; bağlansaydı, yakalansaydı, kendini ötekinde kaybetseydi, öteki ile bilinç düzeyinde birleşebilseydi seçimini yine ölümden yana mı yapardı?

Yaşam diyalektik bir bakış açısıyla  ele alırsak acısı ve tatlısıyla, kederiyle ve sevinciyle bir bütün. Oysa gitgide mekanikleşen, her şeyin hızlı aktığı ve aceleye getirildiği, derinleşmeye zaman tanımayan,  içe dönme, düşünme, fark ve idrak etmenin acımasız rekabette yok edildiği günümüz dünyasında birey özüne yabancılaşırken zorluklarla mücadelede aciz kalıyor.

Dünyadaki pek çok üniversitede kürsüsü bulunan tasavvuf alimi Cemalnur Sargut, kulun bu dünyada asla tatmin olmayacağını,  bireyin karşısına çıkan sıkıntılarla, zorluklarla adam edildiğini, terbiye olduğunu söylüyor. “ Nasıl ki doktor hastayı iyileştirmek için acı ilaç veriyor, hayatta karşımıza çıkan sıkıntı ve zorluklar da bizi adam ediyor, sıkıntılarla terbiye oluyoruz”. “Ateşler içinde de yansak o acıya tahammül edebilme gücünü inançla buluruz.” Özünü görmek isteyen Can’a bakar, her canlının özünde sevgi vardır.

Düşünsel yetkinlik ancak inançla parlatıldığında aşkın derinlikli anlam ve değeri bilince çıkıyor.  İnanç olmadığında düşünsel ve bedensel olarak yetkinliğe ulaşamamış ruhlar doyurulamıyor. Morcheeba’nın şarkısındaki “I gained the world but lost my soul” gibi dünyayı kazanıyor, ama ruhumuzu kaybediyoruz.

Keşke bunları konuşabilseydik Can Dostum… keşke  “iyi ki varsın” diyenlerin cümleleri ile  senin  özünde mevcut olan sevgi yaşama tutunmana yetseydi; “önce kendim sonra etrafımdakiler için yapabileceğim çok şey var” diyebilseydin…